Yine kırmızı yine annelikle ilgili bir filmle karşınızdayım. Yalnız bu film diğerlerinden epey bir farklı. Karşımızda erkek bir yönetmenden neredeyse erkeğe dair pek bir şey barındırmayan, tam bir kadın filmiyle karşı karşıyayız. Evet, izlediğim en "kadın film" diyebilirim.
Annem Hakkında Her Şey (All about My Mother - Todo Sobre Mi Madre) 1999 İspanyol yapımı bir Pedro Almodóvar filmi. Film annelik, babalık, travestilik, AIDS, aslında en çok da varoluşçuluk hakkında. Almodóvar deyince aslında bunlardan bahsetmek yabancı değil-miş.
Burada spoiler olabilir sevgili okuyucum.
Film, Almodóvar 'ın bir önceki filmi The Flower of My Secret ile ilişkili. Filmde Manuela (Cecilia Roth) organ bağışında çalışan ve oğlunu bir trafik kazasında kaybeden bir anne. The Flower of My Secret'ta ise stajyer doktorların oğlunu trafik kazasında kaybetmiş bir anneyi organ bağışı konusunda ikna edişleri ve organ bağışına dair eğitim alışları konu ediliyor. Bir önceki filmlere göz atmaya devam edersek La Mala Educacion'un zıttı bir film diyebiliriz. La Mala Educacion ne kadar erkekse, Todo Sobre Mi Madre o kadar kadın.
Film konu yönünden sıradışı. Esteban'ın yerine koyun kendinizi. Babanızın aslında bir travesti olduğunu mesela. Travesti Lola'nın babalık hissini. Karnında bebeğini taşıdığınız sevdiğiniz adamın cinsel tercihini ansızın değiştirişini. Bir düşünün. Bahsettiklerimiz belki sıradışı, yok artık bunların hepsi de bir arada olamaz dedirtecek türden olabilir. Fakat "oluyor" bunlar. Filmde bunlar öyle güzel yedirilmiş ve doğal ki şahsen çok garipsemedim.
Edebi bir anlatım var karşımızda. Boris Vian'a, Tennessee Williams'a, All about Eve'e selam çakıyor Almodóvar. Tennessee Williams'ı çok sevdiğimden beni ayrı mutlu etti. Onun üzerinde bu yüzden biraz durmak istiyorum.
Filmde Manuela'yı başlangıçta oğlu Esteban ile Tennessee Williams'ın A Streetcar Named Desire oyununa giderken görüyoruz. (Türkçe'ye bu oyun "Arzu Tramvay'ı" olarak çevilmiş fakat orijinalinde Tramvay'ın adı aslında "Desire". Özel ismin çevrilmesi alakasız olmuş. ) Oyunun anne oğul için ayrı anlamları var. Oyunun baş karakteri Blanche'ın oyun bitiminde söylediği "Kim olursanız olun, ben hep yabancıların inceliğine sığındım." repliğini filmde iki kez duyuyoruz. Öncelikle Agora'dan (Antonia San Juan) daha sonra Huma'dan (Marisa Paredes). Neden Almodóvar bu oyunu filmde kullanmış? Konu yönünden bakarsak ,özellikle Manuela'nın ağladığı sahnelere, kendiyle özdeşleştirdiği belli şeyler var diyebiliriz. Burası normal. Normal ne kadar çirkin bir kelime. Doğal diyelim. Genele baktığımızda, Tennessee Williams'ın oyunlarını okuyan, izleyenler bilir, kırılgan, kendi dünyasını yaratmış, gerçekle hayal arasında sıkışmış ve sonunda gerçeğin trajedisiyle parçalanmış ana karakterimiz vardır. Bunu en çok Sırça Kümes'te (The Glass Menagerie) Laura'nın sırça kalbinde hissettik. (Ne güzeldir ama!) A Streetcar Named Desire'da da durum aynı. Blanche nasıl ki tecavüzle birlikte kendine geliyor, filmde de Manuela, Rosa'nın (Penelope Cruz) annesinden öncelikle sözde fahişe olmanın bir nevi sillesini iş ararken sonrasında Rosa'nın oğlunun babasının travesti olduğunu yine aynı annenin öğrenmesiyle "bu canavar mı?!" demesiyle yiyor. Neden önemli bunlar? Filmde aslında şuraya yazarken hissettiğim birçok "anormal" durum o kadar "normal" ki bize birilerinin bir şeyleri hatırlatması lazım. Oyunda Blanche erkeklerin dünyasında eşcinselliğini yaşamaya çalışan bir kadın var. Filmde ise erkek görüntüsünde kadın olarak yaşamaya çalışan erkekler. Hatta bazen bu kadınlığında bile çelişkide kalıp çocuk sahibi olan erkekler. Çatışma yalnızca kendi içlerinde değil toplumda da mevcut. En zoru da bu olsa gerek. Bunun yanında Manuela'nın devamlı aynı oyuna gidişi de onun trajedisine ayrı bir boyut katıyor. Ne yazık ki acıyoruz ona.
Filmde dikkat çeken, aslında Almodóvar'ın gözümüze gözümüze soktuğu detay da: kırmızı. Aldığım caps'den aslında anlaşılabilir kırmızının ne denli yoğun kullanıldığı. Kendisiyle yapılan röportajda neden filmlerinde bu kadar sık kırmızı kullandığı sorusuna, içgüdüsel bir seçim diyor. Kırmızı rengi çok sevdiğini, onu kullanıldığı yere yoğunluk veren, betimleyici bir renk olarak olarak görüyor. İspanyol gözüyle bakıldığında kırmızı, hayatı, ateşi, ölümü, kanı ve tutkuyu temsil ediyor. (Bunun için İspanyol olmaya gerek yok aslında sevgili yönetmenim, neyse.) Teknik açıdan bakıldığında, eğer gece sahnesi çekiyorsanız sahneye bir ışıltı katacaktır ve bu yüzden de eğer böyle bir sahne varsa benim kadınım bu yüzden mutlaka kırmızı bir şeyler giymeli. Bu bir kazak ya da bir hırka da olabilir diyor. Bunun yanında kullandığım arabalar da kırmızıdır çünkü kırmızı doğadaki renklere ışıltı katarı da ekliyor.
Kırmızı, anne-baba, anne-çocuk, doğum-ölüm, suç-erdem, hastalık-sağlık, kadın-erkek gibi çatışmaların temsilcisi. Yalnız yönetmen bunu bir sembol olarak kullanmaktan ziyade anlatımda tekrara gidilmeksizin aynı atmosferi bize yansıtmakta bir araç olarak kullanıyor. Bu da onun anlatımını zenginleştiren öğelerden biri. Kırmızı bazen bir gün doğumunu bazen de bir gün batımını hatırlatıyor bize. Her son bir başlangıç misali.
Filmin finali 2 yılı kapsıyor. Kadınlar ölümleri, doğumları kucaklıyor ve hayatta kalıyorlar. Her şeye rağmen şen ve diriler. Bunlara travestiler de dahil. Almodóvar filmlerinde daha çok kadın üzerinde durmasına onları farklı görmesini değil de her iki cinsin de yaşanan aynı trajediyi nasıl farklı karşıladıklarını ve bunları karşılarken kadının sürprizlerle dolu olduğunu ve erkeğe göre daha dirençli olduğunu düşündüğünden onları konu almanın daha heyecan verici olduğunu neden olarak gösteriyor. Çok da başarılı oluyor nezdimde.
Yönetmen filmi bir adayışla kapatıyor. Edebi yöne böyle önem vermesi kendisine saygımda ayrı bir yer ediniyor:
"bette davis'e, gena rowlands'a, romy schneider'a,
aktrisleri oynayan bütün aktrislere,
oyunculuk yapan bütün kadınlara,
oyunculuk yapıp kadın olan bütün erkeklere,
anne olmak isteyen herkese.
anneme."
oyunculuk yapan bütün kadınlara,
oyunculuk yapıp kadın olan bütün erkeklere,
anne olmak isteyen herkese.
anneme."
Filmin psikolojik boyutlarına pek girmek istemedim. Zaten kazanın olduğu anda bir şeyler kopmaya başlıyor. Hepimizin sorgulaması bu filmde farklıdır eminim. Ben fazla cevap bulamadım genelde soru işaretleri var aklımda. Bilmiyorum ben onlar kadar güçlü olabilir miydim?
Şunu söylemeden de geçemeyeceğim, Lola yani Toni Canto'ya siz de bir ıslık çalmadınız mı?
Kapanışı Barcelona yolunda çalan şarkıyla yapalım. Şarkının özelliği şöyleymiş: Tajabone Senegal'de Şeker Bayramı'nın içerisinde kutlanılan ve İslam inançlarıyla birleştirilen bir özel günün ismiymiş. Senegalli bir elemanın anlattığına göre. bu günde çocuklar kapı kapı dolaşıp dans eder, şarkılar söyler ve yiyecek bir şeyler istermiş insanlardan. (ekşi sözlüğe teşekkürler) Şarkının anlattığı durum buymuş çocukların ağzından, söylenilenler de şöyleymiş:
tajabone'a gidiyoruz, tajabone'a
abdou jambar bir melektir
göklerden inip ruhuna dolacak
sana soracak "dua ettin mi?"
sana soracak "oruç tuttun mu?"
ruhuna dolacak.
Hamiş: Filmi de Ramazan Bayramı'nda izlemem cabası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder