Eylül 18, 2013

Big Fish (2003) - Ben Nasıl Koca Balık Olacağım?

Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor: Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umuluyor. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar. Saatine baktı: dört buçuğa beş vardı. "eve gidip okusam." durağa yürüdü. "Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar..." Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. "Ne adamlar be. Güldüysem güldüm size ne?" Duramadı orada yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki "sinemadan çıkmış kişi"yi öldürdüler.

Yusuf Atılgan Aylak Adam' da böyle diyor. Bazı filmler var, bu psikolojide hareket ettirir, hissettirir bize. Örneğin, The Bucket List. Eminim birçoğumuz o filmi izledikten sonra ya ben de bir liste yapacağım deyip işe koyulmuştur. Sonra ya yazacak orijinal bir şey bulamamıştır ya inanmamıştır yapacağına ya da inanıp bir güzel hazırlayıp tıpkı Yusuf Atılgan'ın dediğini gibi "öldürülmüşlerdir". Umarım başaranlar vardır, en azından birkaç maddesini. Ben biraz öldürülen en çok da kendi kendini öldürenlerdenim. Bence sıkıntı esasında bu ikinci grupta. Çünkü Tim Burton Big Fish'te bize öyle diyor.


Tim Burton filmi deyince bazı şeyler gözünüzün önüne geliyordur. Bu arada film Daniel Wallace'ın romanından uyarlama. Her neyse, gözümüzün önüne gelenler belli değil mi? Hatta oyuncular. Helena Bonham Carter gibi. Edward Scissorhands'teki kutu kutu evler, yeşil bahçeler, tuhaf araçlar, ormanlar, kocaman bakan gözler ve tabii ki bu rengarenk dünyada bir karakter, yine hayata dair. Birçoğumuzun aslında aşina olduğu fakat o veya bu nedenlerle hayata geçiremediği birçok "öğüdü" Tim Burton bize sunuyor. Bunu sıradışı bir biçimde sunuyor. Büyüsü de burada zaten. Derdini korkunç, sıradışı hallere sokacaksın ki onun

etkisi o kadar güçlü olsun, dikkat çeksin, kafa yorulsun. Bunun filmde yansıması Edward Bloom'un hikayeleri. Bu yüzden de zaten filmin yönetmenliğine Tim Burton pek yakışmamış mı?

---ağır spoiler başlıyor---


Öncelikle ana karakterin ismine bakmak istiyorum. Aslında soyadına: Bloom. Spectre'ye gelmeden önce pek dikkatimi çekmemişti. Orada soyadının anlamı geçince biraz irdelemek istedim. Bloom, malum çiçek açmak demek. Edward niçin yola çıkmıştı? Kendini gerçekleştirmek için değil mi? Küçük kasaba ona yetmiyordu. Büyük hedefleri olanlar büyük şehirlerde yaşamalıydı. Tıpkı büyük japon balıklarının büyük akvaryumda yaşaması gibi. yola koyuldu Edward. İkinci yolu seçti, gidilmeyeni, tehlikeli olanı. "Mantıklı adam değilim ben" dedi. Ölümünü de görmüştü zaten cam gözde, belli ki ölümü burada değildi. risk aldı. Risk ne kadar büyükse o kadar mükafatı gelecekti elbet. Şimdiye kadar da zaten hep öyle yapmamış mıydı? Korkmadan her şeye girişmemiş miydi? Hep de başarılı olmamış mıydı gerçekte belki bu kadar toz pembe olmasa da? Bunu da geçerdi elbette. Nasılsa Ashton'a geri dönmeyeceği mottosuyla yola çıktı. Geriye bakmadan, ileriye. Oraya, Spectre'ye "gerektiğinden" önce vardı. Beklenenden. Spectre bence bu koşturmacalarımızın mükafatını belki de sonundaki iç huzuru, bir nevi eleğini asmayı simgeliyor. Başlangıçta ayakkabılarını çıkarıyorsun yahu. Artık canını acıtacak bir şey yok. Koşturmaca yok. Yolculuk yok, durmak var. Fakat bu Edward'a göre değil. Hasta yatağında bile durağanlık ona acı vermiyor mu? Baksana şair bile şiir yazamıyor artık. Edward yerinde sayan bir çiçek olamazdı. o koca akvaryumunu bulup orada gezinmeliydi hep. Kasabadakilere "yakalanmayacaktı". O hep kaçacak, kocaman balık olacaktı. Sirkte ne demişti: Kaderimizi bilmiyoruz, her fırsatı değelendirmeliyiz. O hep susamıştı çünkü, neden susadığını billmeden. Tabiatına göre yaşmalıydı öyle de yapıyordu zaten. İnancı onu hedeflerine yaklaştırıyordu. Ormanda ağaç dallarına takıldığında bir an ölüm korkusuna kapılmışken "hayır ben böyle ölmüyorum" deyip de dallardan kurtulan o değil mi? Hatta dallar buna izin verdi.


Durum böyle olunca hikayesi de sıradan olamazdı. Fakat biz faniler onun gibileri anlayacak çapta değildik henüz. Tıpkı William gibi. William her ne kadar kendisinde babasını göremese öyleler. William da baba olma arifesinde ve Edward'ın başından geçen olaylar da babalık arifesinde oluyor. Baba varisini arıyor ama William hayalkırıkığı. Will'in bu tavrını sorguladım film boyunca. Bence Burton da bunu istedi ki sonuna kadar Edward'ın hikayelerinin cidden gerçek olup olmadığını anlayamıyoruz. Neden bunlara "sığındığını". Dolayısıyla Edward'ın da kişiliğine, yaşantısına bir etiket uyduramıyoruz. Ne zaman ki Edward'ın aslında bu hikayeleriyle hayatına sadece makyaj yaptığını anlıyoruz Will ile birlikte işte o zaman Edward'ın efsanesi bizim de efsanemiz oluyor. Öyle seviyoruz ki gerçekten bunların olduğuna inanmak istiyoruz. Ben öyle olduğuna inanıyorum. Eğer gerçeklerden tamamen uzak olsaydı sempati beslerdim fakat tersi olunca bu sefer yanına saygı da ekleniyor.



Hayatı efsane olmuş adamların ölümü de ona yakışır bir sonla olalıydı. Ölümü de maceralı, kalabalık, şenlikli. Yapmak istediklerini gerçekleştirmiş olan insanlar benlik bütünlüklerine dolayısıyla saygısına kavurşurlar. Bu yüzden ölüm onlar için korkulu değildir. Ne olursa olsun ölümü de yakıştıramıyoruz. Ben yakıştıramadım koca adam.

Tim Burton koca yürekli bir adamı koca bir balık yapmış. Sıradan hayatımızda belki hepimizin yaşadığı bir çok olayı Edward iç dünyasındaki karşılığı ile bize sundu. Gerçek de o değil mi aslında? Sadece görünenler mi gerçektir? Olanlar? Onların bizdeki yansıması değil midir bizi asıl ilgilendiren?

Burton söyledi söyleyeceğini, hepimize farklı görünen bir balık var. Onu nasıl büyüteceğiz? Nasıl koca balık olacağız? Bence bunun cevabı filmde korkusuzluk. Bilmiyorum hangimiz hayatımızda bu kadar cesaretliyiz?Cesaretlenince karşılaşttığımız sorunlarda, engellerde ne kadar inatçı olabiliyoruz ya da
olmamıza izin veriyorlar? İzin vermeyi belli ki Burton reddiyor. ben edemeyenlerdenim. Ya sen? Nasıl koca balık olacaksın?

Filmin sonunda Eddie Vedder buğulu sesiyle Man of the Hour'ı söylüyor. Aaron'ın Lili'sinden beri bir soundtrack'te koltuğuma mıhlanmamıştım. Onunla kapatalım.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder