moviebarcode.tumblr.com
Hayal kurmak... Çoğu zaman yaparız. Hatta bazılarımızın yaşam biçimi haline gelmiştir. Öyle ki -özellikle gündüz hayalcileri- bazen gerçeğe bunlarla birlikte ulaşırlar. The Fall'da da öyle. Fakat burada çıta yükselmiş.
The Fall, 2006 yapımı bir Tarsem Singh filmi. Filmin yapımına David Fincher ve Spike Jonze de katkıda bulunmuş. Filmin çekimi 4 yıl sürmüş fakat gösterime girmesi epeyi sürmüş. 23 ülkede çekimi yapılan filmde hiçbir görsel efekt kullanılmamış. Her karesi tablo tadında, Robert Edger'ın deyimiyle: Visual orgy.
---ağır spoiler---
Filmde Roy'un hikayelerini Alexandria'nın süzgecinden görüyoruz. Alexandria'nın Roy ile düşe yolculuklarından önce Alexandria kapı deliğinden bir at görüyor. O delik öyle gösterilmiş ki sanki bir kameranın çekim yaptığı sansırındayız. Büyük İskender hikayesinden sonra Hindistan'daki geziye yani Roy'un simgesel iç dünyasına giriş yapıyoruz. Burada Roy'un anlattıkları tabii ki önemli fakat Alexandria'nın süzgeci hem onun olaya dahil oluşu hem de kendisinin geçirdiği ve geçirttiği değişim için önemli. Roy Alexandria'nın gözünde babası gibi. Roy ile birlikte angry people'a savaş açıyor. Burada angry people'ı filmin başında Alexandria'yı korkutan x-ray'ci abimiz kılığında görüyoruz.
Kahramanlarımız bu düşe düşerek katılmışlar:
Roy: Kolunu nasıl kırdın?
Alexandria: Düştüm.
Roy: Ben de.
Düşmek, önemli. Kelimenin yapısına bile bakarsak, düşmek, düşünmek, düş... Bunlar sadece sesteş değil sanki birbirinin tetikleyicisi gibiler. Varoluşçu yazarlardan Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar'da kahramanların düşme nedenlerini bu şekilde betimler. Düşenler de intihar ederler. Bu düşmek metaforunu farklı bir biçimde daha sonra da göreceğiz. Filmde bunun gibi metaforlar, göndermeler hayli fazla çünkü. Bunun için ekşi sözlük yazarlarından madeath'in IMDB'yı kaynak olarak kullandığı girdisinden yararlanacağım.
Roy Alexandria'ya hikayeyi ilk kez anlatırken hintliden bahsederken ''indian'' diyerek kendisini anlatıyor. Ancak burada kastedilen indian hintli değil kızılderili. Bu kızılderili de daha sonra filmin sonunda hep beraber izledikleri siyah beyaz filmde ortaya çıkıyor. O siyah beyaz filmde bir hintli yok. Bir kızılderili var. Ancak ufaklık ''indian'' kelimesini kendi geldiği yere yoruyor ve bunu hintli olarak algılıyor. Aslında gördüğümüz masal her ne kadar Roy'un ağzından anlatılıyor olsa da Alexandria'nın masalı çünkü O'nun gözleriyle bu masalı seyrediyoruz. Hatta Roy hintlinin karısına squaw diyor. Bu kelime de kızılderili lisanında kadın demek. Zaten filmin sonuna doğru Alexandria Roy'a bu benim de hikayem diyor.
Darwin ile Wallace ilişkisi şahane. Alfred Wallace diye genç bir çocuk Darwin senelerdir süren araştırmasını bir türlü sonuca bağlayamazken Darwin'e bir makalesini yolluyor ve Darwin'de şimşekler çakıyor. Böylece evrim teorisi ortaya çıkıyor. Seneler boyunca bilim dünyasında Darwin'in Wallace'dan fikirlerini aşırdığı söylenir durur. Filmde de Wallace Darwin'in maymunu ve Wallace Darwin'e sürekli bir şeyler söyleyip duruyor. Darwin de maymunu diğerlerinden gizleyerek ondan fikirlerini çaldığını gizliyor. Bariz biçimde Darwin aslında Wallace'tan aldı bu evrim olayını diyor film. Üstelik de Darwin'in en iyi arkadaşını bir maymun yaparak. Bunu net bir şekilde özellikle filmin başında, kahramanlarımızı kelebek adasında tanırken görüyoruz. Wallace "fil" fikrini ortaya atıyor. Darwin derhal çuvalın ağzını kapıyor ve benim bir fikrim var diyor. Fikir öyle iyi ki sonrasında Darwin'e nereden aklına geliyor bu fikirler diye de soruluyor. Yalnız Wallace'ın ölüm sahnesi sizin de içinizi acıtmadı mı?
Filmde sürekli görülen kelebek figürü, yeniden doğuşun sembolü. Film de aslında Roy'un bir masal ve çocuk üzerinden yeniden doğumunu anlatıyor. Burada Alexandria'nın aşırdığı evharisti Roy'a yedirdiğinde Roy'un sorusu manidar: Ruhumu mu kurtarmaya çalışıyorsun?
Filmde eski köle olan Otto Benga'nın ölüm şekli ok yatağı üzerinde gerçekleşiyor. Benga sırtından o kadar çok sayıda okla vuruluyor ki sonunda geriye düşünce o okların üzerinde kalakalıyor. Bu imge de Mahabharata'daki Bhishma adlı karakterin ölümüyle birebir aynı. Aynı şekilde Mahabharata'da Krishna da ayağından bir okla öldürülüyor. Tıpkı patlayıcı uzmanı Luigi'nin ölümü gibi.
Dünyanın en güzel kadınıyla evli olan Hintli'nin karısının Odious tarafından kaçırılması da yine bir hint tarihi hikayesine dayanıyor; Rani Padmini'ye.
Alexandria'nın ayağını masaya vurup kahveyi dökmesi ise filmin dönüm noktalarından birisi. O anda Roy ufaklıktan ilaçları getirmesini istemeyi aklına getiriyor. O anda masumiyet biraz sarsılıyor. Zaten masalda da kan, gerçekteki kahve olarak metaforlaştırılıyor.
Filmde yine diğer her sembolik filmde olduğu gibi bir ağaç metaforu var. Mistik, o ağacın içinden çıkıp geliyor. Yine tree of life diyebiliriz bu ağaca da. zaten her mitolojide karşımızda bir ağaç.
Aslında filmin adı, filmin ana metaforunu da belli ediyor. Düşüş, nerdeyse tüm varoluşumuzun mitlerinde ortaya çıkan bir şey. Adem'le Havva'nın düşüşünden başlıyor olaylar. Zaten filmde de Alexandria ilaçları çalarak günaha bulaşıyor ve yine ilaçları almaya çalışırken ''düşüyor''. Şairler her zaman söylemişlerdir; hepimiz düşüyoruz.. diye. Bu düşüş, bir nevi erdemin, doğruluğun olduğu yerden başlayan bir düşüş. Alexandria gibi masum bir çocuk bile, günaha düşüyor. Masumiyetin bitmesi kaçınılmaz ve sonunda da büyük bir suçlulukla bu düşüş ya hayat boyu yayılan bir pişmanlığa ve sonunda da bir intiharla taçlanıyor. Aslında hepimiz ''düşüyoruz''. Ama farkında değiliz.
Filmin afişindeki maskenin elbette ki Salvador Dali'nin il volto di mae west'i ile bağlantısı var. Filmin afişi de zaten bu dali eserinin bir etkileşiminden farksız.
Bu filmde de portakal'ın ayrı bir yeri var. Alexandria'nın sürekli bir rahibin kafasına portakal fırlatmasını o rahibin birazdan öleceğine yorabilirdik Godfather serisinden aşina olduğu üzere. Ama ölmedi rahip.
Filmin kurgulanış biçimiyle yani hikayenin gerçekle paralel seyretmesi numarasını en son Pan'ın Labirenti'nde de izlemiştik ancak The Fall bu konuda Del Toro'nun filminden çok daha ilerde.
There's no happy ending with me diyen Roy'u neyse ki filmin sonunda happy görüyoruz. Filmin başlangıcında harika bir ağır çekimle izlediğimiz fakat daha sonrasında anlamlandırabildiğimiz sahneler daha bir anlamlanıyor. Hintli'yi, Darwin'i görüyoruz. Dublörlüğün aslında ne kadar tehlikeli ve bir o kadar da ucuz olduğunu da görüyoruz.
Bu strange ikiliyle giden film bana fantastik dakikalar yaşattı. Birkaç kere izlediğim nadir filmlerdendir. Bu yazıyı yazmak için bir daha izledim. Bir daha ağladım. Bir daha o şapşal hallerine güldüm. Defalarca Lee Pace'e aşık oldum. Her Alexandria deyişinde "bir daha söyle" diyesim geldi. Ergen tepkilerimi bir kenara bırakırsak, hastane çekimleri Cape Town'da yapılmış. Lee Pace 2 ay boyunca çekim ekibinden ayrı bir evde yalnız yaşamış. Bunun yanında set ekibi onun aslında yürüyebildiğini Tarsem Singh dışında kimse bilmiyormuş. Dolayısıyla her şey doğal bir şekilde gelişmiş, herkes onu olduğu yere getirmiş götürmüş hatta yatağına bile yatırmış. Bununla ilgili olarak sevgili Lee, rolüm gereği depresif bir ruh haline bürünmem gerekliydi gibi bir açıklamada bulunmuş. Çok da başarılı olmuş böylece.
Finali bu videoyla yapalım. Massive Attack ve The Fall'un bir arada oluşu işi daha da fantastik hale getirmiş.
Hamiş: Lee Pace ve The Fall ile ilgili hoş görsellere buradan da ulaşabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder